Aralık 06, 2013

bir konulu otobiyografi: hormon, duygusallık, mantık

ben epey küçük sayılırken henüz 14 15 yaşlarımdayken ortaokulun bittiği gün bir çocuk elimi tutmuştu. sonra bir kez buluşmuştuk onunla onların sitesinin bahçesinde. çocuğun adını bile hatırlamıyorum.

bu yaşanmadan yıllar önce ben henüz 5 6 yaşlarımdayken annemin ve babamın arkadaşı olan bir çiftin çocuğuyla perdenin arkasına saklanır öpüşürdük. hatırlayamıyorum cinsel organlarımız olaya dahil miydi yoksa değil miydi.

bir kaç yıl sonra mahalleden bir çocuğa -benden bir iki yaş küçük bir çocuktu- türlü yalanlar söylemiş ve uzun süre onunla öpüşmeyi ve bir nevi sevişmeyi başarmıştım. çok güzeldi. sarı küt saçları yeşil kocaman gözleri vardı ve onu o sırada daha çocuksu adlandırsam da farklı bir boyutta olduğumuza ve gerçek benim o boyuttayken yaptıklarımızdan haberi olmadığına yani mahallede gördüğü benim bu olanları bilmediğine inandırmıştım. daha sonra ailesine ne söylediyse babası günlerce ağzıma sıçmak üzere yolumu gözlemişti ve annesi de annemin yeni doğan bebekleri için aldığı hediyeyi kapımıza bırakmıştı. annemin bu olanlardan hiç haberi olmadı. hala oyun oynarken kavga ettik ve onun salak ailesi buna tepki gösteriyor sanıyor-sanırım. kirada oturuyorlardı. daha sonra durumları düzelince daha güzel bir eve taşındılar.

bundan bir yıl kadar sonra hala ilkokuldayken en yakın arkadaşımın evine gitmiştim okul çıkışı. yere serilmiş sofrada yemek yiyorduk o ve ailesiyle. bi anda bizden bir yaş küçük olan erkek kardeşinin bacak arasına takıldı gözüm. bi an "onun çükü var" dediğimi hatırlıyorum içimden. çok acayipmiş gibi gelmişti o an. o çocukla hiçbir şey yapmadım.

sonra okul değiştirdim. annem çok parlak bir öğrenci olduğuma ve eski okulumda harcandığıma inanıyordu. iyi olduğu söylenen bir okula geçtim. eski okulum köy kasaba arası ve yeniye kıyasla daha küçük bir yerdeydi. yeni okula 5.sınıfta geçtim. hem herkesin hormonlarının hızlandığı yaşlardı hem de ortam eskisinden farklıydı. teşhir sevgim o zamanlar başladı sanırım. mini etek giymeye hep bayılırdım ama bunun üzerine fanteziler kurmaya o zaman başladım. artık giysilerin amacı ve yöntemi değişmişti.

ne hikmetse hep sevilen bir öğrenci ve arkadaştım. içimden hem hormon hem iyi niyet birlikte fışkırıyordu. bir yandan dar süper mini eteğim ve dar gömleğimle ortalıkta gezinmeye bayılıyor diğer yandan herkese ultra iyi davranmazsam çok lanet bir insan olurmuşum gibi hissediyordum. okuldaki en fakirle en zenginle bir fiziksel rahatsızlığından dolayı en yavaşıyla hiperaktivitesinden yerinde duramayanıyla küçüğüyle büyüğüyle öğrencisiyle öğretmeniyle herkesle aram çok iyiydi. öyle ki obabaşı seçilme hikayem şöyleydi: seçim yapılacakken tüm izciler elbette benim obabaşı olacağımı seçime gerek olmadığını söylemişlerdi.

aynı yıl bayıldığım biri gidiyor diye hiçbir yakın arkadaşımın gitmediği şehir dışı gezisine gitmiş ve otobüste çocukla oynaşmıştım. diğer yandan da benden hoşlanan izci arkadaşım üzülmeden onu nasıl reddedeceğimi bilemediğim için ağlayarak ama elbette nezaketime yaraşır şekilde izin isteyerek toplantıdan çıkmıştım. duygusal ve cinsel hormonlarım hep böyle son derece yüksekti yani.

gezide oynaştığım çocukla sevgili olmak peşinde değildim. aslında iki taraf da çok hoşuma gitmesine rağmen arkadaşlarımın arasını yapmak ama sevgililik için çok küçüğüz kafası yaşayan bendim. yine de sevgili olmaları için aracı olduğum iki tarafı da izlemelere doyamazdım. bu gezideki çocuğun benden tahrik olması hoşuma gidiyordu sadece. o yaşlarda herkeste olmayan süper mini eteğimin hakkını veriyordum ben de.

zaman geçmeye devam etti. lise başladı. o zamanlar öğretmen olmak istiyordum. yatılı bir öğretmen lisesi kazandım. ilk sene hormonlarım beni tahrik işlerine bulaştırmadı. ergenliğimin coşkusuyla çok tarz olmak peşindeydim. annemin diktiklerinin ve kıvırcık saçlarımın da etkisiyle bunu başarmıştım. bu yatılı okulda tahrik mevzusu bitmişti. formamızı okul veriyordu. ne kadar kıvırsan da ortalama bir etek boyu ve 3 beden büyük gelen gömleklerle onun dışında da genellikle pijama içinde geçiyordu zaman. dostluk kardeşlik içinde bir yıl geçti. ikinci yıl okula gelen bir çocukla birbirimize aşık olduk. el ele tutuşunca çıldırıyorduk. öğle arası yemek yemeyip boş sınıfta el ele tutuşmak en büyük fantezimizdi. bel altına inmeden sabaha kadar konuşur. sabah gündüzlü olan sevgilim okula gelince telefonu kapardık. tenefüste bakışmak ve öğle arasında el ele tutuşmakla aylar geçti.

bir gün derslerden sonra arka merdivende yine el ele tutuşuyorduk. artık 16 yaşıma gelmiştim. ilk öpüşüm o gündü. boyu benden hayli uzun olduğundan ben üst basamaktaydım. tam gidecekken minik bir muck şeklinde öpüştük. utandık ve bir şey demeden ben birazdan başlayacak etüt saati için sınıfa gittim o evine gitti. bütün vücudum elektrik çarpmış gibiydi. oha! öpüşmek böyle bir şeydi demek. sonra zaman zaman öpüşlere devam ettik.

zaman geçti. başka insanların hakkımda çıkardığı dedikodulara kanan sevgilim benim ilerde orospu olacağımı söyledi. tanrım! orospuluk ne kötüydü. nasıl bana böyle bir şey söylerdi. ayrıldık tabii bu arada. zaman geçmeye devam etti. mutsuzdum ama bana hakaret(!) ettiği için barışmaya meyilli değildim. gel gelelim öyle olmadı. aynı tiyatro oyununda oynuyorduk. rolüm orospuluğumu kanıtlarcasına bar kızı idi. orospuydum ama seviyordum. konuşmasak da onu görebildiğim için tiyatro çalışmalarını iple çekiyordum. haklı oldukça hep iyi şeyler yaşayacağıma inancım tamdı. gelip bana söylediklerinden utandığı ve pişman olduğu temalı bir konuşma yaptı. hemen sarıldım. duygusal bir insandım kötü bir şey sanmaya başladığım orospuluğuma rağmen.

orospu, duygusal ve her şeye rağmen mantıklı bir insandım. lisenin 3. yılında sevgilimin beni üzeceği ve onunla beraber olmaya engel olamayacağım düşüncesiyle okul değiştirip ailemin de olduğu şehre nakil aldırdım.

ve yine ilham gelir de yazarım belki diye umarak bu yazıyı sizinle paylaşmaya karar verdim.

Kasım 26, 2013

Öpüş

Baktım, o da baktı. Çok severim bakışmayı. Göz değişik bir şey. Çok eleveriyor insanı, biraz pis bir organ o yüzden. Halbuki öylesine bir organ o da. Ama bütün vücudun hissettiklerini şak! diye söyleyiveriyor. Öyle çok bakmamakta fayda var içe kapanık olmak isteyenler için.

Ben öyle biri değilim. Onun da anlatmak istedikleri olacak ki o da kaçırmadı gözlerini ve birbirimizin gözüne baktık. Önce gülümsemiyorduk ama bakmaya devam ettikçe gerginleşti dudaklarımız - ikimiz de biliyorduk ki gerginleşen dudaklarımız yoluyla da birbirimize temas edecektik ve nefeslerimizi de hissedecektik birbirimizin. Biliyorduk çünkü gözlerimiz söylemişti. Herkes bilir böyle şeyleri.

Sonra bakışlarımız birbirinden uzaklaştı ve havadan, sudan, müzikten, komik şeylerden, ortak arkadaşlarımızdan konuşmaya devam ettik. Bir yandan biramızı içiyorduk. Biralarımızı içtikçe daha çok konuşuyorduk.

Zaman zaman bakışıp gözlerimizi geri çektik birbirinden. Bakışmayı seviyor herhalde o da.

Bilmem kaçıncı biramızı içerken tekrar bakıştık. Hafifçe dudağını ısırdığını gördüm. Dudağını ısırınca benim içimde bir şeyler yanmaya başladı. Bakışları sarhoşlukla baygınlaştıkça benim içim daha çok yandı. Dudak ısırığını da yanmayı da çok severim.

Ne güzel gün; sevdiğim her şeyi art arda yaşıyorum.

Zaman geçti. Kahkahalar, bakışmalar, konuşmalar, bakışmalar, danslar, bakışmalar... Oturduk tekrar yerlerimize bir baktım, çok yakın oturmuşuz birbirimize. O kadar yakın ki, uf!

Bir anda yanağımda dudak hissettim ve dönüp dudaklarını öptüm. Bilmiyorum kaç dakika sürdü bu öpüş. Sanki yarım saatmiş gibi ama 3 dakikaymış gibi de. Bilmiyorum.

Öpüşmeyi de çok severim ben. Ağızlar arasında bir santim varken alınıp verilen nefesin hızı en sevdiğimdir ama.

Sevdiğim her şey art arda oldu o gün.

Kasım 17, 2013

Evrim Hakkında Eksik ya da Yanlış Bilinenler

-Evrim, canlıların mükemmele doğru aldığı bir yol değil, bulunduğu koşullara en uygun şekilde yaşaması yani bulunduğu ortama adapte olmasıdır.

-Evrim bazılarını rahatsız eder çünkü evrim hakkında artık şüpheye düşülmediği zamandan itibaren insan biriciklik özelliğini kaybedip, herhangi bir hayvan halini almıştır. Bu durumda -yalnızca büyük beyinli maymunlarız- hayvanlardan farklı yaşamamız anlamsızlaşır ve ahlak önemini yitirir.

http://bbs.lnu.edu.cn/nForum/att/book365/860/355

-Evrime inanmak diye bir şey yoktur. Evrimi bilir ve kabul ederiz.

-Hala (bilimsel adının ne olduğunu bilmediğim) kuyruklar çıkmaktadır bazı insanlarda. Bu da şunu kanıtlar; insanevladının atasının kuyruğu vardı. Evrime uygun olarak bu kuyruk yok oldu ama bu genler bazen kendini hatırlatırlar.

Aynı şekilde yunus mu balina mı neyse o hayvanın da önceden arka ayakları da vardı. Hala o ayakların yerinde minik kemikler bulunur ama dışardan bakınca görülmezler. Yine de bir tanesinde arka yüzgeçleri de çıkmıştır. Şöyle:


-Asla maymundan geldiğimiz iddia edilmemiştir. Yakın akrabalık mevzu bahistir.


Gökdelen - J.G. Ballard


1975'te yazılmış bir roman. Ne zaman yazıldığını hiç tahmin edemedim okurken ve aslında en çok merak ettiğim bilgilerden biriydi. Sabrettim, bitirince baktım. Bu kadar eski bir tarihte yazıldığını hiç düşünmemiştim.


Roman bir gökdelende geçen yaşamın özeti gibi. Nasıl yok ediyor kendini insanlık, bunu bir binanın içine uyarlanmış halde hızlıca okuyup bitiriyoruz. Olduğundan farklı bir şeye dönüşen bir toplumu anlatıyor Ballard. Okurken başlarda "Ama bu kadar olmaz!" dedirtiyor. Devam ettikçe normalleşen bir çöküşe dönüşüyor yaşadıkları. Roman bir sonuca erseydi belki bu kadar inandırıcı olmazdı ama dönüşümün biri bitip diğeri başlarken roman sonlanıyor ve "Her şey olabilir" gibi geliyor. Dikkatimi çeken bir şey de Ballard'ın anlattığı -zaman zaman absürt denebilecek- olayları okuyucuyu yönlendirmeden anlatması. Herkes kendi bakış açısına, değerlerine göre etki altında kalmadan kişisel yorumunu katabilir.

İmkansıza inandıran bir roman.

Erkeklik

Erkeklik çükle ilgili bir durum değildir. Öncelikle bunda bi anlaşalım.

Nice çüklüler gördük erk sahibi olmanın verdiği gururla kontrol ve güç sahibi olduklarını düşünmüyorlardı. Çükleri yalnızca bir organlarıydı. Erk sahibi olmak isteğiyle çıldırıp şuursuzca hiyerarşi yaratmaya çabalayan az denyo yok tabii etrafımızda. Bunu da biliyoruz, görüyoruz.

Kontrol etmek, söz sahibi olmak, baskınlık kurmak hedeflerine son derece rahatsız edici ve zarar verici şekilde ulaşmaya çalışan kişilerdir bunlar. Sevgililerinin sahibi, kız kardeşlerinin ve hatta annelerinin namus bekçileri, babalarına ve ağabeylerine saygınlık olarak anne ve kız kardeşlerinden daha yakın, sözünü dinletmeyi başlıca görev bilen kişiler. Kıskanınca öldürmeye kadar hak sahibi olan, cinsel istekleri tatmin edilmesi gereken, yönlendirilmeye asla ihtiyacı olmayan, her şeyi bilen kişiler.


Eylül 02, 2013

Gökkuşağı Merdivenleri

Geçtiğimiz günlerde Fındıklı'daki upuzuuun merdivenleri gökkuşağı renklerine boyayan - şimdilerde hepimizin sevgilisi- vatandaş merdivenleri o kadar güzel bir hale getirmiştir ki Misbah Bey bu gördüklerine katlanamayıp derhal iç karartıcı hale çevirmiştir merdivenleri. Geyler camiası akın akın neredeyse bir hac göreviymişcesine bu güzelliği görmeye gidiyorlardı ve bu hoş değildi. Hem de bir AKP'li ilçeye böylesi güzellik hiç mi hiç yakışmazdı. Bu yüzden de ilk fırsatta bu rengarenkliğe, insanların hoşlaştığı bu görüntüye son verildi.

Ancak olaylar bu şekilde sonlanmadı ve canımızın içi Gezi Parkı'ndan alınan feyzle bu çirkinleştirme çalışmasını protesto etmek ve güzelleştirme çalışması yapmak için insanlar buldukları her basamağı renklendirmeye başladılar. Bu birlik yayıldı yayıldı... Türkiye'deki illere ilçelere kadar ulaştı. Hatta o da yetmedi dünyaya açıldı.

Sonunda ülkenin ortalama %50'si gökkuşağının altında bir araya geldi. Biz ibneler de bu durumdan nemalanmayı iyi bildik. Kikikiki
Bir websiteden aşırdığım fotoğraf. Rengarenk boyanan merdiven bu şekilde grileştirilmişti.

Alttaki Yazı: "Gökkuşağı Basamakları İstanbul-Paris

Ağustos 28, 2013

Platonik

Hayatımda bir kez platonik aşkım oldu. Aslında platonik mi denir buna bilmiyorum. Değişik bir kelime, her yerde farklı şekilde kullanılan bir anlamı olabiliyor. Benim kullandığım halini anlatacağım gece gece.

Hissettiğim şey şöyle: Birini çok seviyorsun, o da seni çok seviyor, biliyorsun. Desteğine ihtiyacın var, hem de delice. Onsuz her şey yarım, her şey çok eksik. Her şeyde olsun istiyorsun. Yaşadığın her şeyi koşarak ona anlatmak istiyorsun ama net bir şey var ki ne kadar anlatsan da anlayamayacak. Farklı farklı anlamlar çıkaracak biliyorsun. O farklı anlamasın, kötü bir şey sanmasın diye tutmaya çalışıyorsun kendini ama o kadar çok istiyorsun ki seni bilmesini kendini tutmak çok zor. Anlatıyorsun. Seni bilsin, kimsin, nesin bilsin ve ona göre sevsin seni istiyorsun. Seni başkaları gibi az bilsin, seveceği kadar bilsin değil ciddi anlamda kimsen onu bilip sevsin istiyorsun ve anlattıkça dibe batıyorsun. Anlattıkça senden kesiyor umudunu. Sen o daha güzel sevsin diye anlatıyorsun ama o daha kötü haldesin sanıyor çünkü kimi daha iyi bilsen daha korkutucu. O da herkes gibi korkuyor daha çok bilmekten.

Nasıl ona benzemem diye şaşıyorsun. Belki de onun olmasını istediğin kişi oluyorsun zamanla. İnsanlar nasılsa neyse öyle seviyorsun onları. İnsanları olduğu gibi sevmek çok güzel biliyorsun. İnsanlar çok güzel. Sorunlarıyla, mutluluklarıyla, üzüntüleriyle... İnsan dediğini karmaşıklıklara sürüyor yaşantılar. Sen de sürükleniyorsun ve diyorsun ki "Bak ne kadar sıradanım ve sana ne kadar açığım. Gör bunu. Sevdiğim için anlatıyorum sana. En çok da bu yüzden sev beni." Sonra gördüğün şu; en çok da bu yüzden uzaklaşıyor senden. En çok da bu yüzden sevip el ele olamıyorsun. Elini elinde istiyorsun. "Bak bugün buna ben çok üzüldüm" demek istiyorsun çünkü göremiyor. Apaçık demek istiyorsun, olmuyor. Sen biliyorsun onun neye üzüldüğünü, neye sevindiğini. Bekliyorsun o da bilsin senin sesinden diye. Çünkü yaşadın, onun sesinden sen çok anladın onun hislerini. Acaba ben çocukça davranıp abartıyor muyum diyorsun, beklerken büyüyorsun. Artık çocuk olmadığını anlıyorsun. Bunu da arsızca o bildiriyor sana. Diyor ki "Gizem, sen artık çocuk değilsin. Neden böylesin?" Diyemiyorsun "Beni tanımana ihtiyacım var büyümek için."

Yanında olgun olman lazım çünkü sen anlıyorsun onun hislerini bakışından, nefes alışından, ses tonundan. Sana ihtiyacı olduğunu biliyorsun fakat kendinde güç bulamıyorsun destek olmak için. Böyle kısır bir şey bu. Ona ihtiyacın var ona destek olacak kadar büyümek için. O sana ne rahat bildiriyor hislerini. Sen çok büyüdün çünkü artık. Kaldırabilirsin her şeyi. Buna inanmış. Yıllardır öyle sanıyor. Yalnız büyüdün diye halledersin sanıyor. Halledemezsin. Üzülürsün, yıpranırsın. Çok üzüldün zaten ama o hep umursamadın sanıyor. Kendisini de umursamadığını sandığın gibi. Bilmiyor ki sen küçücüksün hala. O kadar küçüksün ki sarılsın sana koynunda ağlayabil istiyorsun bi kere. Bi kerecik çok rahat olabilmen lazım kabuğunu kırmak için.

Sonra o senin kabuğunmuş da onu kırman gerekiyormuş gibi hissediyorsun. Kocaman bir yük gibi... Hem yük gibi hem hep olsun istediğin bir şey gibi... Giderse, nefes almamaya başlarsa ne hissedersin bilmiyorsun. Sonra hiç olmamış gibi de geliyor acımasız olduğun zamanlar. "Artık git, yok ol, hatta öl ki rahat nefes alabileyim." diye bağırasın geliyor ama olmadığını düşününce gözlerin de doluveriyor. Çıkmazın içindesin. Hiç hissedemediğin ellerin yok olması korkutuyor. Bir yerlerde var o eller ve seni seviyor sahibi biliyorsun. Olmazsa kim sever seni öyle, korkuyorsun ama o ellerin ellerinde olmaması kadar üzmüyor hiçbir şey.

O kadar tanıyıp güvendiğin başka hiç kimse yok. Uzakta da olsa, seni tanımaktan korksa da biliyorsun. O da seni tanıyor ve onun sevgisi çok değişik bir şey. Çok huzurlu, sadece uzaktan bilince bile çok huzurlu. "Ah!" diyorsun. "Bildiğin halimle sev beni çünkü kimseye böylesine açık değilim. Kimse senin bildiğin kadar bilmesin beni." Evinde evimde hissetmek istiyorsun ama hep misafirsin. En huzurlu zamanım yanında geçsin istiyorsun ama olmuyor. Olmadıkça içinde çok şeyler azalıyor. Azalmasın, sen çoksun çünkü. Çok güzel hislerin var. Herkes için çok güzel olan hislerin azalıyor o böyle yaptıkça. Sen bile böyle sevemezsen beni kim sevebilir ki deyip, korkuyorsun sevmekten. Sevilmekten korkuyorsun onun kadar üzerlerse diye. Çok güzel seviyorsun. Onun zamanında birilerini sevdiği gibi seviyorsun insanları. Bu zamanda da aynı hisler yaşanıyor. Sen yaşadığın için biliyorsun.

Hep ona olan platonik hislerin yönlendiriyor seni. Bunun bu kadar farkındayken durduramamak üzüyor seni yine. Biliyorsun üzülmeni hiç istemez ama bilmiyor ne kadar üzüntün varsa seni olduğun gibi sevmesinden korktuğu için. Hep senden kaçtığı için.

Haziran 28, 2013

Sokak

Sonra bir anda gözlerden ışıklar çıkmaya başladı. Gözlerden çıkan ışık aydınlattı her yeri. Öyle güçlüydü ki ışık, alev aldı bütün sokaklar sanki. Tam anlayamadık biz de ne olduğunu ama hoşumuza gitti. Gözümüzü kapatmışız da içimizde saklamışız sanki ışığı o ana kadar. Hevesle ışıldattık hepimiz birlikte sokakları. Aydınlanınca sokak, görebildik yolumuzu. Yolu bildikçe yolcusu da arttı yolun. Yürürken bir taraftan kirazlar, erikler yiyorduk. Her şey hiç olmadığı kadar güzel geliyor yolda. Herkes birbirine avuç avuç çikolatalar, elmalar veriyordu. Ara sıra ışıksız gözleriyle nerede olduğunu bilmeyen tiplerle de karşılaştık. Onlar acı acı biberler yedirdiler bize. Ayy! Hiç de sevmem acıyı. Verme ayol şu biberi, dedik. Dinletemedik.

Işık bulaşıcı mıydı neydi? Arttıkça artıyordu ışıklı gözler etrafımda. Birbirinin ışığını görenler şakıyarak sokaklarda yürümeye başlıyor sanki. Dört bir yandan birbirine doğru koşuyor herkes. Özlemiş gibi. Ayrı kalmaya daha fazla dayanamamış gibi. Hep birbirinin elini tutuyordu insanlar. Ben de tuttum çok el. Kırmızı ojeler sürmüş eller, en çılgın yaşlarında delikanlıların hevesli elleri, bütün günün yorgunluğuyla öylece salıverilmiş eller... Her elin sahibinin yüzünde gülüşler. Benim de gülüşüm artıyor yüzlerini gördükçe. Bir yandan gözlerim yaşarıyor. Aynı anda binlerce insana birden aşık olmuşum gibi.

Mayıs 10, 2013

seks

bazen seks seks olmaktan çıkar ve sevdiğin insanın sana dokunması ve senin ona dokunmandan ibaret olur. O da dünya harikası bir şeydir.

Mayıs 06, 2013

Pass This On


Niyetim Xavier Dolan'cığımın filmini paylaşmaktı da bu daha güzel geldi. Bu Fransız filmlerini benim için yapıyorlar.
İç rahatlatan, yüz güldüren bir kadın hem de azıcık düşünsem bile kalbimi hızla çarptırıyor. Çıplaklığa ya da dokunmaya gerek yok. Küçücük bir boyun görüntüsü, kısacık bir hayal olmayacak kadar heyecanlandırıyor beni. Sonra mantığım çıkıyor meydana ters bir şey bulamıyor söyleyecek. O da vazgeçiyor sınırlandırmaktan. Sınırlandırma kabiliyetimi yitiriveriyorum. Sınırlandırmak değil de tedbir alacak kadar demek daha doğru sanki. Ne mantık ne başka bir şey sesini yükseltemiyor his karşısında. Hepsi sus pus. Sırıtıyor onlar da. Bana mı öyle geliyor bilmem ama hoşuma gidiyor.

Sonra düşünüyorum; hoşumuza gitsin diye değil mi her şey? Hoşa gidenler doğru, gitmeyenler yanlış bana göre. Can sıkanlar gitmeli diye düşünüp koyveriyorum. Hiçbir hissimi durdurma, yavaşlatma gereği duymuyorum. İstediğimden farklı değil hiçbir şey. 

Bu yüzden işte bu sefer üzülme ihtimalim tedirgin ettiği kadar gözükmüyor gözüme. 

Mayıs 05, 2013

İş güç

Son zamanlardaki durumumdan memnun muyum memnuniyetsiz miyim bir türlü çözemedim. İşe gitmekten her boka üşendiğim bu güzel bahar günlerinde aslında çok kızıyorum kendime. Bir yandan da gezeceğin kadar gezdin Gizoş, diyorum. Son zamanlarda bir miktar İstanbul yorgunluğu diye adlandırdığım şeyi çok hisseder olmuştum. Madem kaçıp gitme şansım yok, hem para kazanıp hem de çok boş vakit sahibi olmaktan kurtulmak iyi oluyor aslında. Şu an çalışmıyor olsam da İstanbul'a çakılı kalacaktım ve daha sonra kaçıp gitme şansım da olmayacaktı. Şimdi en azından bir kenarda biraz birikim yapıp yaz sonuna doğru basıp gitme şansım var. BEN HER ŞEYİN FARKINDAYIM ULAN!

Yine de bu kadar çalışmayı biraz abartılı buluyorum elbet.

Ergenlik dönemimde olduğu gibi yorumlarıyla işimi zorlaştıran insanlara gıcığım sürüyor. Kendi fikrimi bulmama pek fazla yardımcı olamıyorsunuz çünkü içimdeki agresif ergen size karşı bir savunma mekanizması yaratarak en olmadık şeyi yapma isteği oluşturuyor. Sonra ben de fark edemiyorum ne istediğimi. 

İnsanların işine aşına eşine yorum yapmayınız kardeşler. Gözünüzü seveyim. 

Mart 14, 2013

Kararrrr-sızlık

"En kötü karar kararsızlıktır kardeeeş" diyenlere götünle gülme ey okur. Çok haklılarmış. "Düşün düşün boktur işin" lafı da onun kardeşi. Arkasından ce-e yapıveriyor kafasını uzatıp. Uzuuuuuun süredir kariyer planlamacılığı peşindeyim. Annem lisansı 5 buçuk yılda (o da belki) bitirmekte olduğumun farkında değilmişcesine master yap, doktora yap, bilmemney yap peşinde. Ablam "hadi artık okulu bitir de Almanya'ya gel" demecelerde. Arkadaşlar kendilerince yönlendirmecelerde. İnsan kendi planını kendi yapamıyor ayol. Ne büyük dertmiş bi meslek seçmek.

Diyorum ki "Kaç yaşıma geldim; hala zibidi gibi geziyorum." öbür taraftan çok artis olduğum için "Ummmm o işi istemem, bummm bu işi istemem." "Ne istiyon la zirtapoz?" demezler mi bana?

Ama sanırım artık bir karar verdim. Serseriliği epey bıraktığıma, artık gelecek üzerine daha ciddi düşünecek yaşa geldiğime ve bir de yoga & pilates ikilisine başladığıma göre sakin ve düzenli bir iş de benim harcım. Ben bu işi artık yapabilirim. Eşşekkadar oldum daha neyin heyecanındaysam sanki yatlarımız katlarımız var ha. Yani madem zibidi olmak istiyosun git bari kendini geçindirecek bi iş bul di mi? Ama hem artislik hem zibidilik bir arada yürümüyor.

Time for being a grown-up Corç!

Mart 01, 2013

Pes

Bu seri işinden bişi çıkmayacak. Sürdürülecek işler benim için hala zor. Aklımda hop bir şey hop başka bir şey ama hep güzel şeyler.

En güzel şey de kuralsızlığım sanki. En çok bu yüzden seviyorum kendimi. Hiç kızmıyorum hikaye yazıcaktım hani, neden yazmadım diye. Yazasım gelmemiş, yeteneğim yokmuş. Ne yapalım? Aklım türlü yerlere kaymıştır. Olabilir.

Çok çabuk sevmiyor insanlar mesela. Sevecek çok şey var. Tamam kabul ediyorum sevmemek lazımmış gibi gözüken kızdığımız çok şey var. Benim de var. Sevmemek olmasa sevmek de olmaz zaten bi taraftan. Nefrete dönüştürmemek en güzeli. Yargılayıverip silmemek. Hayatından çıkarmak ne kolay. Ama her şeyin ayrı ayrı güzelliği. Tadına varmak gerek. Kıskançlıktan doğan kızgınlığın güzelliğiyle, eldeki soğan kokusunun güzelliğiyle, yağmurda donuna kadar ıslanmanın güzelliğiyle ne kıyaslanabilir ki? Her şey çok güzel ayrı ayrı. Bunları bağımlılığa ya da nefrete dönüştürmek her şeye zarar veren.

Yalnızca sevmeyi öğrenmek gerek. Cinsiyete, faydaya, uyuma, maddiyata, kabul edilirliğe, insanların fikirlerine aldırmadan sevmek en güzeli.

Sevince tüm insanlaaar bir başkaaa, durma dostuum sen de yeeerr ver aşşkaa...

Kendi kendimizi yormayalım insanlar, gülelim eğlenelim, ağlayalım tartışalım, sarhoş olalım, uyuyakalalım birbirimizin kucağında. Hayat o zaman güzel oluyor çünkü.

Bu da sanırım biraz bilinç akışı yazısı oldu. Hadi hayrını görün.

Şubat 02, 2013

Beyoğlu'nda yürüyüşe gidiyom sabah sabah

Çukurcuma'da oturuyorum birkaç aydır. Söz konusu günün öncesinde akşamüstü yattım, gece uyandım. sabaha kadar uyku tutmadı. Hafiften kar yağıyordu. Ben de pek sabahları sokaklara çıkan bir insan olmadığım için çıkıp biraz dolaşayım, simit filan alayım dedim. Saat 9'a filan geliyordu, aslında çok uykum da gelmişti ama çok da çıkıp dolaşasım geldi. 

Neyse giyindim kat kat, attım kendimi sokağa. Galatasaray Lisesinin o taraflardan İstiklal'e çıktım. Ara yollarda, işine giden insanlar vardı. Starbucks bardakları ellerinde buz gibi havada nerde çalışıyorlarsa oraya gidiyorlar. Saçma buluyorum o soğukta dışarda kahve içerek yürümeyi. Sok ellerini cebine yürü be kardeşim.  Git ofisinde yap kahveni iç. Bunlar hep şımarıklıkmış gibi geliyor. 

İstiklal'e çıktım. Dükkanların önünde kamyonetsi araçlar  mal alıp vermecilik yapıyorlar. Milletin suratı asık. Arabaların arasından kaça kaça ilerledim. ATM'den para çekicem. Kartımı taktım, bi tane yaşıtım sayılır çocuk geldi yanıma. Üstüne başına baktım, benden çok kötü bir durumu yok. "Açım be abla, bi kahvaltı parası ver be" diyor. Ben parasını genellikle çalışıp kazanan bi insanım. Ailem de yolluyor ama zor durumda oldukça filan. Bissürü arkadaşım kendi kendini geçindiriyor. Bu çocuk neden böylesini tercih etmiş diye düşünüp kimseye kızamadım sonunda. 

Zaten kartımda 12 lira filan var. 10'unu çekip simit alıp eve gidicektim. Bikaç gün o parayla geçinicektim, yani tutup çocuğa para verme şansım yoktu. Ondan önce sokakların adamlarla dolu oluşuna, adamların özgüvenlerine, beyinleri yokmuşcasına dibinden geçen insanı umursamayarak yere tükürüp, ağzından sıçan adamlara sinir olmuştum. Şimdi bu çocuğa ısrar eden bir sikli gözüyle bakabildim sadece "ya rica ederim git" diyebildim yine de sadece. Paramı çekmeden hızlı hızlı uzaklaştım oradan. Yol boyunca saçma saçma tiplerle karşılaşmaya devam ettim. Sonunda yumruğumu dişlerimi sıkıp meydandan Sıraselviler'e döndüm. 

Biraz sakinleşti sokak. Derin nefes aldım, devam ettim yola. Dokunulsa ağlayacak kadar sinirli, öfkeli, stresliydim. Markete girdim bi ıvır zıvır alır mıyım diye, evde uyuyan genç insan aradı. "Ben çıktım Gizem. Baktım yoktun çıktım ben de eve gidicem bi çay içip." Dokunuldu işte bu sayede. Üzüldüm, bozuldum, kızdım ne garip hareket diye. Biraz daha sıktım kendimi. Gözlerim doldu filan. Sonra eve gittim mis gibi kahvaltı hazırladım kendime. "Ay" dedim, "dışarılar ne kadar bana ait değil ya da ben ne kadar dışarılara ait değilim."



İşte bu da kahvaltı yaparkenki halim



Ocak 12, 2013

Hikaye - Bölüm 3


Asansörden inmeden önce son bir kez aynada kendini süzdü. Her şey yolunda gözüküyordu. Sonuçta ilk kez işe başlamıyordu. Panik yapacak ne vardı ortada? Asansör kapısı açıldı. Uzun bir koridor… Kapıların üzerilerindeki isimleri okuyarak ilerledi. Kaç kapı geçti bilmiyordu. Bazıları açıktı. Gülümsedi içeridekilerle her göz göze gelişinde. Kapalı kapılarla ilgilenmeden devam etti ve sonunda işte aradığı kapıyı buldu. Tam karşısında. Derin bir nefes… “Ding, dong!” Kapıya öyle çok yanaşmıştı ki kapı açıldığında karşısında duran yeni iş arkadaşıyla burun buruna geldiler. İkisi de gülümseyerek geriye doğru bir adım attı.

Kendini tanıttıktan sonra, yeni iş arkadaşı ona bundan sonra kullanacağı masayı gösterdi, ofisi gezdirdi ve birkaç kişiyle tanıştırdı. Her şey güzel gidiyordu. Bu şen şakrak kadın ilaç gibi gelmiş, bütün stresini almıştı. Gülümseyerek yerleşti yerine. Adının Şebnem olduğunu öğrendiği bu kadın, ondan beklenenleri anlatmış, yapılan işi açıklamıştı. Bundan sonrasını bir sürelik tek başına idare etmeliydi. Etti de. Çıkışa 20 dakika kala Şebnem tekrar geldi elinde iki kahveyle. Uzattı birini ve son derece içtenlikle gününün nasıl geçtiğini sordu. Sesinin iletildiği yere neşe saçan bir kadındı Şebnem ve varlığı bütün gerginliğini almıştı kahramanımızın.

Ertesi sabah otobüste işe doğru ilerlerken kitabını okuyordu. Bir şiir kitabıydı galiba. Kendi kendine kafiyeleri melodileştiriyor, içinden daha da keyifli hale getiriyordu şiirleri. İçten serenadını tam bitirmişti ki başını kaldırdı, bir adamla – otobüste karşılaşılabilecek herhangi bir adamla göz göze geldiler. Gülümsendi karşılıklı. Bu aralar ne iyiydi tüm insanlar. Ne güleç, ne enerji vericiydi. 

Ocak 02, 2013

OKTAY AKBAL’IN GERÇEKÇİLİĞİ


Oktay Akbal’ın dönemine göre aykırı sayılabilecek romanı “Suçumuz İnsan Olmak” insanların kendileriyle ve birbirleriyle olan ilişkileri üzerinden kurgulanmıştır. Okuyucu bir süre romanın içinde geçen olayların heyecanına kapılıp yanılgıya düşebilirse de romanın anlatmak istediği öncelikli mesele toplumun ürettiği, inandığı normlar arasında bireylerin nasıl sıkıştığı ve kendi hayatlarına nasıl yabancılaştığıdır. Romanın daha üçüncü satırında hayal etmekten bahsedilir; fakat roman hayallerin insanı yanıltabileceği ve gerçeklerin hiç umulmadık olabileceği mesajıyla sona erer.

Akbal’ın romanına aykırı demek mümkündür çünkü yazar ilk gerçekçi Türk romancılardandır. Ne klasik ne de romantik bir metin ortaya koymuştur. Akbal, gerçekçi bir yazar olduğundan, günlük yaşamı bilimsel bir tutumla inceleyerek olay örgüsünü mümkün olduğunca nesnel şekilde sunar. Bu yüzden de betimlemeler romanda önemli yer tutar. Romanın ilk cümlesi dahi romanın gidişatı üzerine çıkarımlar yapmamızı sağlayan ipuçlarıyla dolu bir tasvir cümlesidir;

“BİR
Hep o pembe soluk perdeler.”

“Bir”, çünkü bir nesneldir. Bu romanda gerçekleri göreceğiz ve bu nedenle roman böyle başlar. “… pembe soluk perdeler.” ilk cümlenin can alıcı tasvir öbeğidir. Sonunda hayallerin ardında saklı olan gerçeğe ulaşacağız. Perdeleri açacak ve aydınlanacağız. Gerçekleri bulacağız.

Bu iki karakter hayatlarından hayallerine kaçmak isterler çünkü hayatın renksizliği iç dünyalarındaki gökkuşağıyla çatışmaktadır ve onlar bu çatışmasının ortasında göz göze gelirler. Bu karakterler sokakta, okulda, hatta aynada gördüğümüz insan olabilir. Romanı bu kadar vurucu yapan da romana okuyucunun kendini dahil edebilmesidir. Ta başında roman aşkın, duyguların göz boyaması gibi okuyucuyu kandırır. Nedret ve Nuri’nin göz göze gelmeleriyle başlayan ve karmaşık olaylarla devam eden romanın aşk hikayeleri bir illüzyondur. Asıl mesele toplumların yarattığı kurguların içinde nasıl hissettiğini, ne düşündüğünü bile apaçık algılayamayan bireylerin kendilerine yabancılaşmasıdır. Hayal ettikçe daha da kaybolurlar yabancılıklarının içinde.

Onlara asıl acı veren, belki de onlara dayatılan evlenme, aile kurma gibi normları sürdürme zorunluluğudur. Bu normlar onların özgürleşmek için yanıp tutuşan karakterlerine taban tabana zıttır. Fakat bu normlar bilinçaltlarına öyle sistemli bir şekilde dayatılır ki fark etmeleri için daha çok çırpınmaları gerekecektir. Bu yüzden de İstanbul’da, yani ait olmadıkları bir yerde, bir nevi onlara baskı uygulayan ve gözlerini kör eden normlardan kaçmışken gerçeği görürler. Burada tecrübe ettikleri aydınlanmanın sonunda, sorunlarının aslında birlikte yaşadıkları eşleri değil, onlara öğretilen duygulanımları olduğunu fark ederler. Nedret’in söylediği gibi aşk değildi yaşadıkları yalnızca birbirlerinde benzer türden yalnızlık hissi keşfetmeleriydi. Zaten aşk yoktu. Bu yüzden de yalnızlıklarının çözümü hayal dünyalarında yarattıkları ideal ilişki olamazdı.

Bahsedildiği gibi “Suçumuz İnsan Olmak” romanını farklı kılan özelliklerin bir tanesi Türkiye’de yeni bir akım olan gerçekçiliğin etkisiyle yazılmış olmasının etkisiyle, okuyucunun romana girebilmesi ve umulanın aksine bir uyanış yaşanmasıdır. Karakterlerin ikisinin birden gözlerine inen pembe, duygu yüklü perde acı veren bir aydınlanmayla kalkar. Gözlerini acıtır belki bu aydınlık fakat artık gerçekleri görürler ve hiçbir dayanağı olmayan hayallerin peşinden gitmezler.


Hikaye - Bölüm 2


Üzerine bol gelen bir tişört geçirdi. Mutfağa gidip su kaynattı. Bir bardağın içine bolca kahve boşalttı. Çarpıntı yapacağını bile bile suyu kahvenin üzerine boşaltıp şeker atmadan bir yudum içti. İyykk! Suratını öyle bir buruşturdu ki bir gören, izleyen olsaydı kahkahalara boğulurdu bu kez. Hemen birkaç küp şeker attı bardağa. İyice karıştırdıktan sonra oturdu bilgisayarının başına. Maillerini kontrol etmeyi de pek ihmal etmezdi. Bilgisayarına ulaşabildiği her an bakmayı adet edinmişti. Birkaç reklam maili gelmişti… Sildi… Kahveden aldı bir yudum. Bu sefer buruşturmadı yüzünü. Lezzetli olduğundan değil aslında ama nispeten iyiydi işte. Sonra bir anda donup kaldı ekrana bakarken. Beklemediği bir haber gelmişti herhalde. Neydi ki onu böyle şaşırtan haber? Hayret!

Neyse ki çok geçmeden kocaman bir gülücük geldi yüzüne. Hemen telefonuna uzandı oturduğu yerden. Telefondaki kişiye iyi haberi verdi. Başvurduğu işe kabul edilmişti. İşte şimdi her şey güzel geliyordu. Geç uyanmış olması da umurunda değildi artık kahvenin tadı da. Maili iyice okudu. Tekrar tekrar okudu. Yarın sabah erkenden ofiste olması isteniyordu. Yarın dediğine bakmayın; pek uzun zaman kalmadı. Geç uyandı ve bütün günü yatakta yorganına sarılı geçirdi. Hemen koştu nasıl göründüğüne bakmak ardından da ne giyeceğine karar vermek için. Darmadağınıktı aynada gördüğü ama düzeltmek pek zor olmayacaktı. Bu kabul  bütün karamsarlığını ve miskinliğini alıp götürmüştü bir anda.